Hazer kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme..





Alvarlı Efe Hazretleri, 1868-1956 yılları arasında yaşamış, babası Hâce Hüseyin Efendi'den ve Erzurum'un tanınmış alimlerinden dersler almış, Hasankale'de imamlığa başladıktan sonra babasıyla Bitlis'e gitmiş, orada Muhammed Küfrevi Hazretlerine talebe olmuştur. 

Asıl manevi kimliğini burada edinmiştir. Şeyhinin "görklü nazarı" onu "gönüller hekimi" safına katmıştır. Erzurum'a döndükten sonra mutasavvıf gönlünün ufuklarınca kalpleri tamir ve imar etmeye başlamıştır. Yıllar geçtikçe çay ırmak olmuş, göl deryaya dönüşmüş, bu samimi Allah [c.c.] dostu halkın gönlünde taht kurmuştur. 

Efe Hazretleri, minber ve vaaz kürsüsü dışındaki mesajlarını şiir yoluyla aktarmayı tercih etmiştir. Bu çerçevede yazdığı Türkçe, Arapça, Farsça şiirleri Hülasatü'l- Hakâyık adıyla kitaplaşmıştır. 

Bütün varlıklara karşı tarif edilmez bir muhabbet taşıyan bu mana insanının zengin gönül dünyasını bir şiir penceresinden anlamaya çalışalım. 





İncitme
Hazer kıl kırma kalbin kimsenin cânını incitme
Esîr-i gurbet-i nalân olan insânı incitme
Tarîk-i aşkda bî-çâre-yi hicrânı incitme 
Sabır kıl her belâya hâne-yi Rahmân'ı incitme
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme

Başlığından da anladığımız gibi "İncitme" şiiri, bütün varlıklara ve dahi insana duyulan kuşatıcı sevginin duyarlı bir mutasavvıf kalbinin emir kipinde nidasıdır. 
On bir bentten oluşan bu uzun şiir boyunca manevi tasarrufa sahip Allah [c.c.] dostunun bizi ideal bir ruh ufkuna davet edişini bent bent, mısra mısra duyup yaşamaktayız. 
Şiir, başından itibaren bizi bir ritim ve âhenk vasatına çekiyor, tekrar tekrar okumaların bereketiyle aşinalığımız arttıkça kendimizi manevi bir atmosferde buluveriyoruz. 
Evet, "İncitme" şiiri, bize başlı başına bir "insan olma, insan kalma" yolu yordamı sunmaktadır. 
Şiir, emir kipiyle başlasa da bu emir; buyurgan, dayatmacı bir ton taşımamaktadır. "Sakın kimseyi incitme!" nidası, yüreği titreyen bir dostun, felaketten sakındırmaya çalışan bir yüreğin muhabbet yüklü sesi gibi müşfik ve uyarıcı gelmektedir. 

İnsan bu dünya çölünde gurbettedir, bir ömrün sınırları içinde burada yaşamaya yazgılıdır. Esirdir, bir bakıma mahkûmdur; gariptir, bunca gariplikler içinde kıvranan bir kalbi bir de sen incitirsen, vah ki vah!Meşakkatli yolculuğunda çaresizce, hicran içinde çırpınan insana bir de sen küçük de olsa bir darbe vurma. 

Gerçek sevgiliyi bulmak için nice badireler atlatan, sahte sevdaların ağına düştükçe kurtulmaya çalışan ve her seferinde doğrulup yola revan olan bu insanı incitmeye kalkman, gönül ehlini derinden yaralamaz mı? 
Sana kötülük de etse, her türlü katlanmayı, sabrı göstermelisin; çünkü gönül "hâne-i Rahman"dır. Onu incitmen hanenin asıl sahibine saygısızlık, nankörlük olur. 
Kendini dünya yüzünde insanlardan bir insan görüyorsan bir canı incitme, onu incitmek suretiyle Efendimizi [sallallahu aleyhi ve sellem] de incitmiş oluyorsun, bundan sakın!
İnsan, asıl yurdundan dünya zindanına düşmüştür. Dünya her ne kadar güzelliklerle dolu olsa da fena çehreli olduğu için kalp kırmaya, gönül incitmeye değmez. 

Elin çek meyl-i dünyâdan eğer âşık isen yâre 
Muhabbet câmını nûş et asıl Mansûr gibi dâre 
Misâfirsin felek bâğında bendin salma efkâre 
Düşersin bir belâya sabır kıl Mevlâ verir çâre 
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme
Dünya meyli, gerçek aşkın önünde bir perdedir. 

Gözü gönlü "yâr"dan başkasını görmez âşık olanın. Ballar balını bulmuştur, artık masiva çer çöpten ibarettir. Çünkü o aşk, varlığın tadı, ruhu, anlamıdır. Onda kendini bulan, kendini ona adayan deryalaşmıştır. Hayvana, cansız varlıklara bile değer katan bu aşk, "beniâdem"in gönlüne ne yapmaz? 

Nice Allah [c.c.] dostları bu aşk uğruna dünya sultanlığından vazgeçti de "Ebedi Sevgili"ye bağlanmaları hürmetine ölümsüzleşti, gönlümüzde taht kurdular. 

Sana gönül veren âşık, 
Başka cemâli neylesin!
Dostluğuna eren sâdık, 
Başka visâli neylesin!
(M. Fethullah Gülen, Neylesin)
Âşıklık fedakârlıktır, vazgeçmektir. Sürekli uyanıklık ister. 
Sevgilisine kavuşmak ateşiyle yanıp tutuşan bir âşık yollara düşer, aylar süren meşakkatli yolculuktan sonra sevgilisinin diyarına varır. Vuslat zamanıdır; lakin âşık aşırı yorgunluktan sevgilisinin dizinin dibinde uyuyakalır. Sevgili devasız bir derde tutulmuştur: Bu nasıl bir aşk ki onun gözünden uykuyu sıyırıp atamadı? Yılların birikmiş hasreti gönlünü neden uyanık tutamadı. Uykuya yenilen âşık, gerçek âşık mıdır? Sevgili gönlü kırık, kanadı kırık öylece kalakalır. 

Allah [c.c.] âşıkları, gönül kandili yanan kutlular, gaflet hâline uzaktırlar. Uykuda bile ilahi aşkın iklimindedirler. Dünyaya katlanmaları aşk uğruna ve aşk içindir. Aşk onların ukba azığıdır, onları dünyada diri ve şevkli tutmaktadır; ne kadar çok sabır, katlanma o kadar çok aşk ve semere. 

Dünyaya gelişinin manasını unutmayanlar hep misafir gibi davranır. Misafirin gözü asıl yurdundadır. Geçici işler tamamlandıktan sonra buradan gidecektir. Bu sebeple geçici hayata sabırla katlanmalı. Büyük meşakkatlere, çilelere rağmen muhabbetten kopmamalı. Ölüm, ilahi aşkın lezzetiyle, Hallac-ı Mansur'un gözünde sevimli, vuslat şerbeti gibi göründü.

Bulaşma çirk-ı dünyâya vücûdun pâk u tâhirken 
Güvenme mâl u mülk ü mansıbın ifnâsı zâhirken 
Nic'oldu mâli Karûn'un felek bağında vâfirken 
Nedir bu sendeki etvar-ı dert gönlün misâfirken
Felekde hasılı insan isen bir canı incitme 
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şanı incitme 
Dünya insanı kirletir. Sinsi tuzaklar kurar saf ve temiz gönülleri sarhoş ederek kendisine bağlar. Dışı bal görünümünde olan dünyanın içi zehirdir.
Öyle bir çarktır ki dünya çarkı, dişlilere kendini kaptıran biri, dünya delisi olup çıkar. 
Mal-mülk, şan-şöhret sevdası öyle yapışır ki yakasına insan bunların geçici olduğunu unutur. Binlerce yıl da yaşasa tüketemeyeceği kadar biriktirir de biriktirir. Biriktirme zevki gönlünü kaplar, bütün sevgileri siler süpürür.Gelmiş geçmiş dünya zenginlerinin akıbetini aklına bile getirmez.

Hasislikden elin çek sen cömerd ol kân-ı ihsân ol 
Konuşma câhil-i nâdân ile gel ehl-i irfân ol 
Hakîr ol âlem-i zâhirde sen ma'nâda sultân ol 
Karıncanın dahi hâlin gözet dehre Süleymân ol 
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme
Cimrilik, meyvesiz ağaç gibidir. Kişinin kendisine de başkasına da faydası olmaz. Cimri, dağıtmaz, yemez, biriktirir. İhsan sahibi cömert ise meyveli ağaca benzer, dağıttıkça meyveleri bereketlenen bir ağaç. Hem kendine hem başkalarına güzel. Kör cehaletin devası yoktur. Mühürlenmiş cehaletler, zahiri bilgilerle giderilemez. Bilim-teknik hakkında geniş malumata sahip öyle insanlar vardır ki bunların irfandan, marifetten bir zerre nasipleri yoktur. 

İrfan zahiri bilginin ötesinde bir şeydir. Varlığın özüne, hakikatine, hikmetine dair bilgidir. Bu bakımdan, insanın zahiri bilgisi arttıkça cehaleti azalmaz. İnsan; irfanı, marifeti zenginleştikçe cehaletten uzaklaşır. İrfan, gönlün ve beynin ittifakıyla varılan şuur mertebesidir. Ehl-i irfan, kendini varlıklar âleminde konumunu sorgulayan, rabbini bilen, kâinata hikmet penceresinden bakan, mavera bakışlı kişi. Manada sultan!Bu bentteki "Âlem-i zahirde hakir, manada sultan" sözü Behlül Dânâ Hazretlerine ait bir kıssayı hatıra getirdi.

Behlül Dânâ, deli görünümlü veli. İstese sahralar dolusu servete sahip olabilecek bu Allah [c.c.] dostu, gönüller sultanlığını seçmiş. Hakir bir kimlikle halkın karşısına çıkmayı tercih etmiş.

Behlül Dânâ bir gün sarayda Harun Reşit'in tahtını boş bulur, koşup oturur tahta, vah ki vah! Sarayın görevlileri bunu fark eder etmez hemen koşup onu tahttan indirir. Üstelik iyice hırpalar. Canı oldukça yanar Allah [c.c.] dostunun. Hüngür hüngür ağlamaya başlar. O sırada Harun Reşit içeri girer. Bu ne hâl, diye sorar. Görevliler durumu izah ederler. Tahta oturmak büyük bir kusurdur. Behlül yanık yanık ağlamaya devam eder. Harun Reşit, çok üzülmüştür. Görevlileri azarlar ve bizzat kendisi Behlül'den özür diler. Behlül Dânâ Hazretleri yanlış anlaşıldığını düşünür ve ağlamaklı sesiyle izaha başlar: "Kardeşim, ben dayak yediğim için değil, asıl senin için ağlıyorum. Tahta birkaç dakikalığına oturdum diye bak nasıl dayak yedim. Kim bilir, tahtta bulunduğun zamanlar için sen ne kadar dayak yiyeceksin!"

Maddede sultan olmanın sorumluluğu büyük, mükâfatı sınırlı. Asıl sultanlık, manada sultanlık.
"Karıncanın dahi hâlin gözet dehre Süleyman ol" mısraı da bir telmihi işaret ediyor. Kur'ân-ı Kerîm'deki şekliyle;
"Günün birinde, Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları toplanmış olup, hepsi birlikte, düzenli olarak kendisi tarafından sevk ediliyordu. Derken Karınca vadisine geldiklerinde, onları gören bir karınca: Ey karıncalar, haydin yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları, sizi fark etmeyerek ezip çiğnemesinler! diye seslendi." (Neml, 17-18)

"Onun sesini işiten Süleyman tebessüm ederek: Ya Rabbî, dedi, beni nefsime öyle hâkim kıl ki gerek bana, gerek ebeveynime ihsan ettiğin nimetlere şükredeyim,Seni razı edecek güzel ve makbul işler yapabileyim.Bir de lütfedip beni hayırlı kulların arasına dahil eyle!" (Neml, 19)

Hazret-i Süleyman cihan sultanıydı ama karıncanın bile hakkını gözetirdi. Aslında Süleyman'ı "Süleyman" yapan da bu duyguydu. 
Bir başka Süleyman'ın da bir karınca hikâyesi var: 
Fidanlarına zarar veren karıncaların öldürülmesinin günah olup olmadığını öğrenmek için Kanuni Sultan Süleyman, Şeyhülislâm Ebüssuud Efendi'ye şu beyti gönderir:

Dırahte ger ziyân etse karınca, 
Günâhı var mıdır ânı kırınca?
Ebüssuud Efendi de bu soruya şu beyitle cevap verir:
Yarın Hakkın dîvânına varınca
Süleyman'dan alır hakkın karınca
Bu ölçüden sonra karıncaya kim dokunabilir! 
Ben insânım diyen insâna düşmez şâd u handânlık
Düşen bî-çâreyi kaldırmadır âlemde insanlık 
Hakîkat ehlinin hâli dürür dâim perişânlık 
Bir işi etme kim gelsün sana sonra peşîmanlık 
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme 
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme 

Dünyanın ahvali, gidişatı dıştan bakanlar için güzel görünebilir; lakin iç yüzde durum tamamen farklıdır. Efendimizin: "Benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız." buyurması, bizi bu yolda tefekküre sevk etmeli. Demek ki iç yüzde "şâd ü handân" olmamızı haksız kılacak çok sebepler var. Bundandır ki dünya için "bal görünümlü zehir", "cazibeli acuze" ifadelerini kullanmışlar. 
Dünyadaki eğlenmelerin, imarların, tezyinatın, şatafatın gerisindeki manevi boşluğu, sefahati görebilen gönül sahiplerinin gülüp eğlenmesi düşünülemez. 
Mevlana Hazretlerinin: "Bu dünyanın direği gaflettir." sözü bu gerçeğe işaret ediyor. 
Bütün mesaisini maddi gelişmeye harcayan insan manevi olarak gaflet içindedir. Maneviyattan gafil olmasa insanlar dünyaya dört elle sarılıp bütün mesailerini imar tezyin işlerine harcamazlardı. 
Bundandır ki hakikat ehli dünyaya fazla önem vermez. Sade, garip, mahrum bir hayatı tercih eder; çünkü define harabelerde bulunur. 
Ebedi bir pişmanlıkla sonuçlanacak dünyevi çılgınlıklar mı, sonsuz huzuru getirecek geçici mahrumiyetler mi? 

Ben irfânım deyü her yerde kendin atma meydâna 
El elden belki üstündür ne lâzım uyma şeytâna 
Yakîn olmak dilersin Hazret-i Hallâk-ı ekvâna
Cihânda datlı dilli olması lâzımdır insâna
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme 
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme 
İnsani vasıflar, değişken değildir; evrenseldir. Bütün zamanların rüzgârlarına karşı dirençlidir. İnsani vasıflar en ekmel şekilde Efendimiz'in sünnetlerinde billurlaşmıştır. Efendimiz, fakire, düşküne yardım etmeyi, mütevazı olmayı, kibirden uzak durmayı emreder. 

Güler yüzlü, iyi huylu, tatlı sözlü olmak kulluğun özüdür. Bilhassa tatlı dilli olmak bambaşka bir vasıftır; tatlı dilde gül açar, ekşi yüzde diken biter. 
Efendimiz'in bizzat yaşayarak bize örnek olduğu güzel ahlâk manzumesi bütün müminler ve Allah [c.c.] dostları için alternatifsiz bir yol haritasıdır. Bu yalın ama hakikat çehreli davranışlar "Hazret-i Hallak-ı Ekvan"a yakın bir kul olmanın en kestirme yoludur.

Celîs-i meclis-i ehl-i hakîkât ol firâr etme 
Hevâ-yı nefsine tâbi' olan yerde karâr etme 
Tekebbürlük eden insâna aslâ i'tibâr etme 
Sana cevr ü cefâ ederse bir kes inkisâr etme 
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme 
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme 
Hakikat ehli olmak gönül insanı olmaktır. Gönül insanı Hak yolunun yolcusudur. Hak yolu hakikat yoludur. Hakikat yolu doğrudan uluhiyete bakar. Hakikat ilahi bir mevhibedir, meyvedir. Hakikat ağacının tohumları dünya toprağına atılsa da meyveleri ekseriyetle ahirette nasip olur. Öyleyse tutulacak yol, yordam bellidir. O hâlde kılavuza kulak ver: Nefsine uyanlarla oturup kalkma, kibirli insana itibar etme, sana eziyet ve kötülük ederlerse kalbini hoş tut, kırılma. Bunlar açık, yalın ama insanı insan eden hakikatler.

Vefâsı var mıdır gör kim sana bu çarh-ı devrânın 
Eser yeller yerinde hâni ya taht-ı Süleymân'ın 
Yalınız âdı kaldı âlem-i zâhirde Lokmân'ın 
Geçer bir lahzada ru'yâ misâli ömrü insânın 
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme 
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme 
Ne vefası var ki dünyanın! Devran döner durur, çağlar geçer, ömürler biter. Hangi kudretli sultanın tahtı yerle bir olmadı! Hangi pehlivanın bedeni toprağa karışmadı! Geçip gittikten sonra her şey bir ‘an' gibi görünür. Kimi insan hiç ölmeyecekmiş gibi gaflet içinde yaşasa da ömür yalancı bir rüya gibi geçip gider. Milyon yıllık bir ömür bile olsa, sonunda bitecek olduktan sonra neye yarar!
Fanilik duygusu hayatın gerçekliğiyle bu denli bitişikken insan neden kalp kırar gönül incitir? Süleyman'ın tahtı, Lokman'ın şanı-şöhreti nerede? 

Sana bir fâide yokdur bilirsin halkı gıybetden 
Gözün aç âlemi bir bir geçer sen çeşm-i ibretden 
Zarar gördüm diyen gördün mü sen ehl-i mehabbetden 
Yeme kul hakkını korkar isen rûz-i kıyâmetden 
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme 
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme 
Hayatın gürültüsü, patırtısı içinde kaybolurken unutuveriyoruz dışımızdakileri. Başkalarının hakkını ihlâl etmek sıradan bir şey gibi geliyor bize. Gıybet, kul hakkı gibi büyük kusurlar gözümüzde sıradanlaşıyor. Hâlbuki büyük hakikat, kıyamet günü yapıp ettiklerimiz önümüze serildiği vakit ne yapacağız? 

Hakîkât bahrinin gavvâsı ol terk-i mecâz eyle 
Çıkar ha alma mazlûmun ahın seni i'tirâz ile 
Çekil semt-i Habîb'e ey gönül azm-i Hicâz ile 
Yüzün dut hâk-i pâyine hemen arz-ı niyâz ile 
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme 
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme 
Hakikat; kâinat, tabiat ve uluhiyyet hakkında bütün teşbih ve mecazlardan uzak olan gerçek. "Her bir kemâlin, her bir ilmin, her bir terakkiyatın, her bir fennin bir hakikat-ı aliyesi var ki; o hakikat bir ism-i ilahiye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif dereceleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemâlat, o sanat kemâlini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nakıs bir gölgedir. " (Risale-i Nur, Sözler)

Hakikat ilmi "Hak" isminin tecellisidir, onun için kâinatta eşya-madde kabuk, hakikat ise özdür. 

Eşya hakikatle anlam kazanır. Dünyanın var oluşundaki hikmet, fani varlıkların hakikate tebdil etmesi içindir. Öyleyse hakikat deryasına dalgıç olmanın şartı "terk-i mecaz" etmektir. "Mecaz" fena çehrelidir. 

Mecazi aşkın anaforu nice çelik iradeyi hamura çevirip oyuncağı hâline getirmiştir. Mecnun'un başlardaki hâli aşk-ı mecazi, akibetindeki hâli aşk-ı hakiki. Aşk-ı hakiki öyle bir kuvvettir ki bir zerresi mecazi aşkın tamamını yakıp kül edebilir. "Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, baki bir mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve ayine-i esma-i ilahiye ve mezraa-i ahiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazi aşk, o vakit aşk-ı hakikiye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zail ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını harici dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, afaka dalıp, umumi dünyayı hususi dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur." (Risale-i Nur, Mektubat)Dalgıç, hakikat deryasına dalınca elde edeceği mücevheratın haddi hesabı yoktur. 

İnsanı hakikat yolculuğunda menzile erdiren yolun gerekleri sayısızdır. Mazlumun hakkını gözetmek, sevgilinin semtini ziyaret etmek suretiyle o mübarek beldenin derin manasını gönle gıda eylemek, ne güzel, ne bulunmaz servet! Her anışın, ibadetin tamamlayıcı özelliği farklıdır. Sevgili'nin yurduna ayak basmayana o kutsi beldenin gönlü ve ruhu kendi manasıyla nasıl yıkayıp parlattığını anlatmak zordur. 

Gönül âyînesin silmek gerekdir kalb-i âgâhe 
Muhabbet şemsi doğmuşken ne lâzım mihr ile mâhe 
Ne müşkil hâcetin varsa hemân arz eyle Allah'e 
Der-i Mevlâ dururken bakma Lutfî başka dergâhe 
Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günahkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme 

Uyanık kalpliler gönül ayinesini pak ve parlak tutarlar; çünkü "Dil beyt-i Hüda'dır." "Samed"in ayinesi olan gönül pak olmalı ki O'nun tecellilerini aksettirebilsin. 

Uyanık gönül pak olur. Parlar, öyle parlar ki bir muhabbet güneşi hâline gelir. Muhabbet güneşi parlayınca gökteki aya da güneşe de ihtiyaç kalmaz. Karanlıkta gözlere fer olan mum ışığının, gündüz olunca bir hükmü kalmaz. İnsan ne isteyecekse Rahman ve Rahim'den istesin. En cömert kapı "Mevla kapısı" O dilerse bütün varlık kapıları ardına kadar açılır. İhtiyaç sahiplerine bol bol yardım eden varlıklı insanların kalbine o cömertlik meylini de Rahman vermiştir. Dünyadaki bütün fedakârlıklar, yardımlar, iyilikler O'nun adına yapılırsa mana kazanır. 
Bütün bunları bil de ona göre bir yol tut.

Yorumlar

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar